İstanbul’dan Geçen İlk Otomobiller
Araba Sevdasına Avrupa aslında Reacaizade Ekrem’den çok çok önceleri tutulmuştu. 1900’e çeyrek kala otomobillerin tekerlekleri Paris’ten başlayarak Avrupa şehirlerinde çoktan dönmeye başlarken, kendiliğinden hareket eden anlamında ‘zatülü hareke’ ya da o günkü yakıştırılmasıyla ‘şeytan arabası’ olarak tanımlanmış, bu dört tekerlekli atsız araba İstanbul sokaklarında ilk kez görüldüğünde, etrafa merak biraz da korku salıyordu.
O günlere değin sadece paraşol, talika, landon ve faytonları tanıyan İstanbul halkı, önceleri atlı tramvay, daha sonraları da elektrikli tramvay ile tanışıyor. Ne var ki; hendeklerle dolu engebeli yollarda atların sürüklediği fayton tarzı arabaların içinde gün boyu helak olan paşa ve beyzadeler, nispeten daha rahat olan bu toplu taşımacılığın ilk ürünü olan tramvaylara binmeyi de pek kendilerine yediremiyordu.
İşte o paşa ve beyzadeler, dört lastik üzerine kurulu düzeneğin Avrupa’da hayatı allak bullak etmesinin üzerinden çok geçmeden otomobilin cezbesine kapılmaktan kendilerini alamamış ve hatta bu ziyafetten kendine düşeni almakta da gecikmemişlerdi. Kullanıldığı ilk yıllarda merakı kadar çıkardıkları gürültü nedeniyle de halkın gündeminden düşmeyen bu yeni araç, 2. Meşrutiyetle birlikte, askeriye ve üst düzey devlet hizmetinde atlı arabalar yerine sıkça kullanılır olmuştu.
Sultan Mehmet Reşad Han otomobile binen ilk padişah olurken, İstanbul şehremini Tevfik Bey, bedeli ve giderleri emanetçe karşılanmış olarak makam otomobiline sahip olmuş ilk belediye başkanı olmuştu. 1900’lü yılların ilk çeyreği geçildiğinde ise İstanbul’a kayıtlı özel otomobillerin sayısı iki yüz elli, üç yüzlere; otuzlu yıllarda da yurtta toplam araç sayısı 1000 civarına ulaşmıştı.
Bu meyanda ilginç olan bir şey daha göze çarpmaktaydı; otomobilin İstanbul gümrüğünde ilk görüldüğü yıl olan 1895 yılından 1910 yılına değin, hiçbir trafik kuralının olmamasına ve de trafik polisiyle henüz tanışılmamasına karşın, yayaların yollarda otomobillerle içiçe kaygısızca dolaştığı o günlerin İstanbul’unda, aradan on beş yıl geçmesine karşın bir tek trafik kazası vukua gelmemişti.
İlk trafik kazasının gerçekleştiği 28 Mart 1910 günü ise basın, biraz da hayretle şöyle yazmıştı: “İstanbul’da bir otomobilin sebebiyet verdiği ilk kaza dün vukua gelmiştir. Bu kazada saray başmabeyncisi Lütfü (Simavi) Beyin bahçıvanı Mustafa, Beşiktaş’ta bir otomobilin sadmesine (çarpmasına) maruz kalarak, ağır şekilde mecruh (yaralı) olmuştur”.
Cumhuriyetle birlikte İstanbul şehremini Opt. Dr. Emin Bey tarafından Galata Köprüsü altında ilk kez bir seyrüsefer merkezi kuruluyor ve 1926 yılından itibaren de ilk ışıklı trafik lambası, trafik polisi tarafından elle kumandalı olmak kaydı ile İstanbul Karaköy’de hizmete sunuluyordu.
Kimin ne marka otomobile sahip olduğunun tek tek bilindiği 1930’lu 40’lı yıllarda, otomobiller sadece zenginlerin ya da seçkinlerin lüksü olmaktan çıkarken, 50’li yıllar savaş sonrası Amerikan hayat tarzının İstanbul’u derinden etkilediği yıllar oluyordu. Artık yeni yeni görülmeye başlanan ve açma koluna nazar boncukları asılan buzdolapları mutfaklarda; ‘Radyo Günleri’ programları üstüne dantel serilmiş tahta kasa möbleli, lambalı radyolarda; ejderha ağzı panjurlu süt beyaz Cadillac’lar, lal renkli Hotchkiss’ler, siyah inci Bugatti’ler, Chevrolet ve Buick’ler ise adeta kent mobilyası olarak İstanbul sokaklarında izleniyordu.
1960’lı yıllara gelindiğinde artık İstanbul’daki araç sayısı gözle görülür bir şekilde artacak, 1 Ocak 1962 tarihi itibariyle hususi otomobil sayısı 11.8822’ye ve taksi sayısı da 8612’ye ulaşacaktı. Galata Köprüsünün ortadan ikiye açılması nedeniyle, köprünün iki yanında sabahın erken saatlerinde araç ve yaya kuyruğunun birikeceği, Üsküdar’da ise arabalı vapur kuyruğunun uzayacağı günler yakındı. Vapurdan indiği zaman Kadıköy İskelesi önünde sıra bekleyen taksilerden birine yaklaşan bir bayanın elindeki valiz ve paketlerini “benim çarşıda biraz işim var, siz bunları lütfen Suadiye, Eminali Paşa Caddesinde 13 no’ya götürün” sözleriyle teslim etmesinin üzerinden, önce atmış yıl, sonra da kalitesiz bol sıfırlı nüfuslar geçti galiba.
Bugün sadece siyah beyaz nostalji sinemasında kalmış olan Küçükhanımın Şoförü’nün arabaları olan Buick’lerı, Cadillac’ları, Chevrolet’leri İstanbul sokaklarında konuya gönül vermiş bazı muhafazakar aileler sayesinde az da olsa görüyoruz. Onlar yanlarından geçmekte olan ve tıss-çaka müziklerini ardına kadar açmış, teknoloji harikası modern otomobiller kadar sürat yapamıyorlar belki ama yaşadıkları kültür ve aristokrasiyi, günümüz teknolojisine değişmeyecekleri de kesin.
İstanbul ve otomobil… Artık o, yayalar için pahalı bir tehlike, zenginler için ise ucuz bir oyuncak… Ne diyelim, tarihçi Lütfü Efendinin söylediği gibi “para gelmiş… İstanbul millete dar gelmiş.”
Not. Bu yazı Collection dergisinin 48. sayısında yayımlanmıştır.

R. Sertaç Kayserilioğlu

Son Yazıları R. Sertaç Kayserilioğlu (Tüm Yazıları)
- İstanbul’dan Geçen İlk Otomobiller - 09 Şubat 2015
- “Telli-Büs”lerin Serüveni - 22 Ekim 2013