Saat Kaçmaz
“Kelebek ayları değil günleri sayar ve
vakti de vardır yeteri kadar.” Rabindranath Tagore
Rasyonalizmin tarihi “sıkıcıdır” ama irrasyonalizmin tarihi ilkiyle kıyas götürmeyecek kadar renklidir. İnsanların düşünme şeklinin Mithos’tan, Logos’a geçebilmesi için filozoflar çok mücadele verdi. Fakat izin verirseniz biz şimdi tersi bir yol izleyerek Logos’tan Mithos’a geçelim: İnsanlar para hesaplar gibi zamanı hesaplarken acaba nasıl düşünüyorlardı? Sözgelimi gün adlarının kökeni ne idi?
Gün adlarının kökeninin sıkıcı bir konu olduğunu biliyorum. Ancak 2000 yılının sonbaharında bir Pazar sabahı kapım çalındı. Karşımda duran kişi kılığı ve kıyafetiyle içinde yaşadığımız çağa uymayan garip görünüşlü biriydi. Adının Jan Jacques Rousseau olduğunu iddia eden kişiyi evime davet ederken tedirgindim. Eşim nedense sırf misafir oluşundan dolayı onu nereden ve hangi zamandan gelirse gelsin, Tanrı misafiri olarak kabul etmemiz gerektiğini söyleyince tedirginliğimi üzerimden attım. Bay Rousseau, karşımda belirişini açıklama gereği duymadan doğrudan konuya girdi. Bir ansiklopedi hazırlığı içinde olduğunu, bu konuda arkadaşları tarafından görevlendirildiğini, benim bir dergiye “zaman” konusu üzerinde yazı yazmak üzere olduğumu bildiğini ve ayrıca evimde de pek çok kaynak eser olduğunu öğrendiğini, mümkünse bana gün adları konusunda bilgi vermemi istediğini söyledi. Her şeyin bir mucize olduğu bu evrende karşımdaki mucizenin diğerlerinden farklı olup olmadığını düşünmeksizin, bu muhterem zatın ricasını kıramayarak, bu konuda bilgi verdim. Ve ona anlatmaya başladım:
“Pazar’ın İngilizce karşılığı olan Sunday ya da Latince karşılığı ile dies Solis ‘güneşin günü’ demektir. Monday yahut dies Lunae, Ay’a ithaf edilen bir gündü. Salı ya da Tuesday, eski İngilizce’deki (savaş tanrısı olan) Mars’ın günüdür. Çarşamba ya da Wednesday, Germen mitolojisindeki (bizim Odin olarak bildiğimiz) Woden’e adanmıştır. Latince’de dies Mercuri, ‘Merkür’ün günü’ olarak geçer. Thursday, Germenlerin gök tanrısı Donar’ın isminden gelir. Latince’de dies Jovis yani ‘Jüpiter’in günü’ olarak anılırdı. Cuma yani Friday ise eski İngilizce’de Fridgedgaey olarak geçmekteydi ve Fria ‘aşk tanrıçasıydı’. Benzer şekilde Latince’de dies Veneris ‘Venüs’ün günü’ diye anılır. Saturday ise ‘Satürn’e adanmış bir gündür, bu gezegenin adı İbranice’de Sabbetay olarak geçer, belki de ‘Sebt günü’ buradan kaynaklanmıştır” dedim. Bay Rousseau tüm bunları ilgiyle dinledi ve çok yararlandığını söyledi. Eşimin yaptığı üzümlü ve çikolatalı keki afiyetle yedi, çayımızın tadını pek beğenmese de nezaketle içti ve gitmek için bizim iznimizi istedi. Giderken yanında günlerin adlarının kökenini yazdığı kağıtla, eşimin ona ‘yolda yersiniz’ diye sardığı çikolatalı, üzümlü kek ve bunun tarifi de vardı.
Hangi yıldı bilmiyorum ama, büyük Roma imparatoru Augustus Caesar’a ithaf edilen Ağustos ayı bitmişti. Tarih 1 Eylül’dü. Bir şair arkadaşımla karşılaştık. Bana “hüzünlü olduğunu” söyledi. Kederinin sebebini sorduğumda ise bana, “Bugün 1 Eylül, sonbahar başladı” diye cevap verdi. Gel gör ki, sonbahar başlamış olmasına rağmen kavurucu bir sıcak vardı. Hatta sonbaharın gelmesiyle şairane bir hüzne kapılan arkadaşımın alnında boncuk boncuk ter damlaları görünüyordu. Anlayacağınız, ilkokul derslerinde yapmaya çalıştığımız ‘sonbahar manzaralarındaki’ alametlerden, yani şapka uçuran soğuk rüzgarlardan, yağmurdan ve sararmış yapraklardan eser yokmuş. Şair arkadaşıma yanıldığını, görünüşe bakılırsa bir “sonbahar şiiri” yazması için dişlerini sıkıp azimle en az on gün daha sabretmesini, gösterebileceği sebat ile muhteşem bir yazabileceğini söylemedim. Çünkü şevkinin kırılmasına gönlüm razı olmadı. Ayrıca ona şiir ile takvim arasında bir bağlantı olmadığını anlatmaya dilim varmadı. Hele hele ona “zamandan” hiç bahsetmedim. Çünkü zamanı değildi.
Zamanı şimdiymiş.
Zaman zaman, zavallı zamane güzeli biz insanlar zamanı beynimize o denli yükleriz ki yeryüzüne çakılıp kalırız. İşte o zaman Baudelaire gibi şairler girer devreye. “Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız” der. “Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına. Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”
Kolay kolay sarhoş olunamıyor. Birbirimize kim bilir kaç kez sorup kaç kez tekrarlamaya mecbur kaldığımız doğum tarihlerimizin pranga mahkumlarıyız.
Masamızda masa takvimimiz.
Kolumuzda kol saatimiz.
Duvarlarımızda duvar saatlerimiz.
Saatlerimiz saat değiştirdiğimiz havaalanlarında
Saatlerimiz ölmeye yattığımız hastanelerimizde
Saatlerimiz kerhanelerde, meyhanelerde
Saatlerimiz dokuzu beş geçe hazır ol vaziyetinde
Saatlerimiz sabahları alarm halinde
Saatlerimiz günde üç kez yemekte
Saatlerimiz günde beş kez ibadette
Saatlerimiz günün, yılın, asrın son saatinin sona erdiğini bildirmekte
Zaman nasıl sayılır?
Zaman niçin sayılır?
Zamanı kim sayar?
Zamanı, bir zamanlar güneşe, aya, yıldızlara, suya, gölgeye bakarak saydık. Zamanı saydık ki geleceği bilelim. Meydanlarda, duvarlarda, ceplerimizde saatler olmadan önce.
Devletti, dindi, imparatorlarımızdı zamanı bizden gizli tutup bize ne zaman ne olacağını söyleyen.
Güneşin tekrar doğacağını, kışın biteceğini, ekim öncesi Nil’in sularının ne zaman taşacağını bildiren.
Takvimlerimizin hesapları çeşit çeşit. Tevrat’a göre 5761’de, Çinlilere göre Altın Ejderha yılında, Anglosakson egemenlerimize göreyse 21. asrın başlangıcındayız. Bir saniyenin çağdaş tanımıysa, “9, 192, 631, 770 oscillations of the electromagnetic radiation corresponding to a particular quantum change in the superfine energy level of the ground state of the Cesium-133 atom.”
MÖ 451 yılında Roma’da yaşayanlar ne saniyenin ne olduğunu biliyorlar, ne dakikanın ne de saatin. Historia Naturalis‘in yazarı Pliny’e göre bir “gündoğumu” var bir de “günbatımı”.
Peki, saat diye bir şey bilmiyorsak, nasıl anlayacağız sevgilimizle gizli gizli ne zaman buluşacağımızı? Nasıl anlatacağız cinayeti işlediğinden şüphelendiğimiz kişiyi olay mahallinde ne zaman gördüğümüzü? Daha yakın bir zamana kadar Java’da yaşayanlar günü on ayrı dilime bölüyor. Saatten haberleri yok. Ama geçmişi geleceği anlatmakta da yok hiçbir sıkıntıları. Birisi, o gün bir şeyin ne zaman olduğunu mu anlatmak istiyor, kaldırıyor parmağını gökyüzüne ve olayın olduğu saatte güneşin nerede olmuş olacağını gösteriyor, ilerisi içinse güneşin söz konusu zamanda nerede olacağını. İyi de, saniyesiz dakikasız, saatsiz bir dünyada zelzelenin kaç saniye sürdüğünden nasıl bahsedebileceğiz? Dualarını bilen dini bütünler için bu da hiç zor değil. “Bir Paternoster ve Ave Maria okuyana kadar” diye not düşülmüş 1295’te olan bir deprem için. Bir zaman birimi olarak dualar Ortaçağ’da işkencecinin insaflı olması için de kullanılmış. Ölçüyü kaçırmasın diye bir Ave Maria’yı geçmiyor işkence seansının süresi.
Yakın zamana kadar dakikaları bilmeyen Çinliler nasıl anlatıyor geçen dakikaları? Zaman birimi olarak nezaket ve inceliklerini esas kılıyorlar. Geleneklere göre bir kase pirinci çabucak yiyip alelacele kasenin dibine varmak ayıp. Ağır ağır yiyip herkesi bekletmek de… Kasenin içindeki pirincin ne kadar zamanda yenmesi gerektiğine ilişkin bir ölçü var toplumun kültürel belleğinde. İşte daha 1879’da yazılmış bir Çin çocuk masalında dakikaların nasıl sayıldığı: Bir canavar, Küçük Wei’nin anneannesinin bacağını ısırıp kopardıktan sonra ormana, Küçük Wei de yardım için doktora koşar. “Küçük Wei bütün hızıyla koştu. Anneannesinin oturduğu yerden kırk evlik mesafedeydi doktorun yeri. Koşarken ayakları kuma gömülüyor, yüzüne sertçe vuran rüzgar hızını kesiyordu. ‘Menfur rüzgar olmasaydı doktora üç pirinç çanağı zamanında koşabilirdim’ diye düşündü Wei. İşte tam bu sırada yardımına yetişen bir kartal onu kanatlarının arasına alıp doktorun evine bir pirinç çanaklık zamanda yetiştirdi.”
Her ne kadar Baudelaire “zamanın inim inim inleyen ağırlığını duymamak için sürekli sarhoş olmamızı” öneriyorsa da olmuyor. Paris sokaklarında sürünürken ne kendisi sarhoş olabilmişti, ne de biz sürekli “şarapla, şiirle ya da erdemle” sürekli sarhoş olabiliyoruz. Ama zamanı başka türlü hafifletemez miyiz? Mecbur muyuz Cesium-133 atomlarının osilasyonlarıyla ölçülen zaman birimleriyle düşünmeye? Üstümüze elbise, evimize eşya, duvarlarımıza resim yakıştırarak gündelik yaşamlarımızın mekanlarına, kişiliğimizin dilini verdiğimiz gibi zamana da niçin kendi dilimizi vermeyelim?
Örneğin saat tasarımcıları neler neler yapabilir. En basitinden, eğer çiçek seven biriysek sayılar yerine çiçek resimleri yerleştirebiliriz o kerrat cetvelini andıran yuvarlağın içine. Günbatımında saatinizdeki “7” sayısının yerinde, bakıyorsunuz bir akşam sefası açmış, sabah “8”de ise bir gül. İlle de hep çiçek olacak değil ya. Çiçeklerin arasında, vakti kerahatta, örneğin “7” rakamının olması gerektiği yerde, niçin bir rakı kadehinin resmi olmasın? Gece uyumadan önce son kez saatinize baktığınızda “12”nin yerinde sevgilinizin, sabah zar zor uyandığınızda “6” göreceğinize niçin bir güneş resmi olmasın? Üstelik hiçbir resmin kalıcı olması gerekmediğinden özel saat tasarımcınız günden güne keyfinize göre değişebilen imajlar da yerleştirebilir sayıların yerine.
Ressamlar için bile vakit doldu. Kahroluyoruz boşa geçen zamandan. Çöpü dökerken geçen o beş dakikanın tualin önünde resim yaparak geçecek o beş dakikayı eksilttiğinden. O beş dakikanın sevgilimizden, çocuklarımızdan, kendimizden çalınan bir zaman olduğundan kahroluyoruz.
Saatle düşünmeye başladığımızdan beri sahte bir eşitlik beliriverdi dünyamızda. Niçin sevgiliyle geçen zamanla çöp dökme zamanını aynı zaman birimiyle ölçüyoruz ki? İlkokulda dememişler miydi bize, elmalarla armutlar ne birbirleriyle toplanır ne de birbirlerinden çıkartılır diye? Zamana kim söylemiş ki onun saat olduğunu? “Saat için geçen her dakika aynı, benim içinse hepsi birbirinden farklı, kimi kısa kimi uzun” demiş Finley Peter Dunne.
Zaman nakit olduğundan beri sanki sahibi olduk zamanın. Birbirimizden kıskanır olduk zamanı. Yok onunla kaç saat beraber olurken benimle kaç saat beraber oluyorsun diye. Günün, saatin, dakikaların sayılarını, sevginin, ilginin, yoğunluğun, duygunun ve aşkın kıstası yaptık. Dokunuşlarla değil, dakikalarla ölçülü oldu ruhlarımızın ifadesi. Dakikaların sahipleri bizler, böylece hırsız da olduk birbirimizden ve kendimizden zaman çalan. Ruhumuza değil zamanımıza mal oluyor demeye başladık istemediklerimiz için. Zamanımızla ne yaptığımızdan çok zamanı para gibi saya saya kendimizi zamanın sahibi sandık.
Zamanın önemini anlatan anlatana günümüzde. Zaman mühendisleri, zaman mimarlarından geçilmiyor etrafımızda. Kendi zamanın diktatörü olmanın peşinde çok kimse. Azıcık da zamanın önemsizliğini kavrayabilsek. Ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, “Ne zamanın tam içindeyim ne de dışında.”
* Coliseum Life Dergisi, Sayı 7 (Ocak-Şubat), 2001.
İlüstrasyon: William Hoghart, The Tailpiece or the Bathos, G.G.& J. Robinson, 1764.

Gündüz Vassaf

Son Yazıları Gündüz Vassaf (Tüm Yazıları)
- Saat Kaçmaz - 27 Aralık 2012